Green House Art Days oluşumunun ilk sergisi olan “Yaşama Yön Veren Elementler”, 9 Mart’ta Antalya Geyikbayırı’nda bulunan Greenhouse’da gerçekleşiyor. Oksitosin Tıp ve Sanat Platformu iş birliğiyle hayata geçen proje, ilk edisyonunda Silvia Bener ve Canan Çetin’i ağırlıyor.
Yaptıkları mandalaları en fazla 24 saat içinde yok eden Tibet rahiplerinde gördüğümüz bir anda kalma ritüelinden ilham alan sergi, bir gün/24 saat sürüyor. Anda kalmanın, anı yakalamanın önemini vurgulamayı amaçlıyor. Oksitosin Tıp ve Sanat Plattformu kurucusu Prof.Dr. Elif Vatanoğlu-Lutz, bu kez merceğini birçok kadim kültürde gördüğümüz elementler konusuna yönlendiriyor. Greenhouse konseptinin sahibi Züleyha Geels ile birlikte elementler konusunu sanat yolu ile yeniden ele almayı amaçlıyorlar.
“Yaşama Yön Veren Elementler” kapsamında sanatçılarla sohbet ettik.
Bu projede yer almak sizin için nasıl bir deneyim?
Canan Çetin: Bu sergiye katılmak benim için sanatımla doğayı anlatma yolculuğumun bir adımı daha. Ahşap oyma, sadece ağaçları şekillendirmek değil, onların ruhunu ve zaman içinde taşıdıkları hikâyeleri görünür kılmak anlamına geliyor. Doğanın sesine kulak veren bir sanatçı olarak, elementlerin yaşamla kurduğu ilişkiyi ahşapla ifade etmek beni heyecanlandırıyor. Aynı zamanda bu etkinlik, sanatseverlerle buluşup onların bakış açılarını dinleme ve eserlerimle doğaya dair farkındalık oluşturma fırsatı sunuyor.
Silvia Bener: Bir sanat galerisi, müze ya da alışılagelen bir sanat mekânının dışında bir sergi açmak benim için önemli ve farklı bir deneyim. Klasik sanatseverlerin ötesinde, farklı disiplinlere ve farklı insanlara ulaşabilmek benim icin çok değerli. Çünkü her sergim benim için aynı zaman bir tartışma ve sohbet etme platformudur. Benim için sanat insanlara dokunmak demek. Ayrıca Geyikbayırı’nda doğada olmak benim için başladığım yere tekrar geri dönmek demek.

“Yaşama Yön Veren Elementler” sergisine hangi çalışmanızla/çalışmalarınızla katılıyorsunuz?
Silvia Bener: Aqua Materia Art diye adlandırdığım bir teknikte oluşturduğum resimler ile katılıyorum. Bu terimi açmam gerekiyor. Ben ebru sanatından yola çıktım. Uzun süre bu geleneksel sanatın tekniklerini, malzeme ve farklı uygulamalarını detaylarıyla öğrendim ve uyguladım. Ama Aqua Materia Art dediğim bambaşka bir olgu. Materyallerle oynuyorum, klasik tekniklerde uygulanandan malzemelerin miktarı, kıvamı ve yöntemlerimle ile net bir sekilde uzaklaşıyorum.
İşlerimde toprak ve su elementi ana merkezde oluyor. Su ile toprak bir araya gelince yaşamın içindeki tüm yapıları orada görebiliyorsunuz. Bu yapılar ağaç içinde de var, bir deniz kabuğu içinde, bir yaprak içinde vücudumuz içinde de var. Bu yapılar mikrokozmostan makrokozmosa her ölçek ve durumda var ve fark ettim ki nerede su varsa orada ortaya çıkıveriyorlar.
Su her yerde, çok basit ama işte derin bilgiler taşıyor. Basitliğin içinde sonsuz çeşitlilik var. Ben suyun kendi tepkileriyle, nasıl davranmak istediğiyle ilgileniyorum. Mesela geleneksel ebru sanatında suyun yüzeyine yapılan çiçek şekiller benim hiç ilgimi çekmiyor. Benim ilgimi suyun ve toprağın kendisi, etki tepki ilişkisi, hareketler, gerilimler çekiyor ve doğadaki yapıları böyle temel bir teknikle açığa çıkarıp okuyabiliyoruz. Aqua Materia Sanatı suyun kendi açığa çıkardıklarıyla bedenimin sürece dahil oluşu besliyor. Mesela sergideki Cell Division video çalışmamda nokta parçalıyorum, sınırları deniyorum. Atom parçalamak gibi en küçük parçayı bölmeye çalışıyorum. Oysa nokta zaten en küçük parça. Klasik ebru o noktayı muhafaza etmeye çalışır. Ben ise teknikleri tersine çevirerek yeniyi aradım. Bu parçalanma ise su ile mümkün oluyor.

Çalışmalarınızın doğa ile kurduğu bağı nasıl tanımlarsınız?
Canan Çetin: Ben doğadan kopmuş, atıl kalmış ya da yanmaya mahkûm edilmiş ağaçları alıp yeniden yaşatıyorum. Bana gelen ağaçlar beni seçiyor diyebilirim. Kırık, çatlak ya da çürümeye yüz tutmuş parçaları şekillendirirken, doğanın onlara yüklediği hikâyeleri açığa çıkarıyorum. Ağaçların içinde gizlenmiş formlar, sabırla işlendikçe ortaya çıkıyor. Bu süreçte onlara yalnızca bir şekil vermiyorum; doğanın döngüsünü, zamanın içindeki değişimi ve yeniden doğuşu anlatıyorum.
Silvia Bener: Doğa benim icin hem ilham kaynağı gem de öğretmendir. Fransız ressam Paul Cezanne’ın “Doğa bizim için en iyi öğretmendir” görüşüne tüm kalbimle katılıyorum.
Doğayı izleyerek, inceleyerek ve doğayı taklit ederek sanatıma başladım. Henüz ögrenciyken doğaya hayran kalarak ağaçları, yaprakları ve akan suları çizdim. Özellikle strüktürler ilgi alanımdı.
Bir süre yapıları daha iyi kavramak istediğim için fizikle ilgilendim. Bilimsel çalışmaları da öğrenmek için fizik kongrelerine dahi gittim. Suya gelince, İstanbul’da yaşamaya başlamak ve su ile çevrelenmiş olmak bana inanılmaz ufuk açtı. İlk safhada suyu izleyerek başladım. Deniz kenarlarında oturup derin derin suyu izledim. Suyun yüzeyindeki hareketleri gözlemledim, önce fotoğraflar çektim, video kayıtları aldım, sonra resmettim ve hep suyun yüzeyini anlamaya çalıştım. İstanbul’un su şebekeleri, Taksim, Haliç, Belgrad su sistemleri üzerine araştırmalar yaptım. Sarnıçlara inmeyi, tepelere çıkmayı, herkesin gitmediği yerlerde bir şeyler aramayı seviyorum.
Sonra deniz sularından nehir sularına yöneldim, yani akan suya baktım. Tatlı su da farklı hareket ediyor. Ayrıca nehirlerde suyun hareketini taşlar, eğim gibi başka şeyler de etkiliyor. Bunları izlemek başka kapılar açtı zihnimde. Bir de ses çok önemliydi. Nehrin, suyun sesi akan suyun temel bir bileşeni.

Elementlerin sanat ile kurduğu ilişki hakkında ne düşünüyorsunuz?
Silvia Bener: Bütün elementler sanat ile direkt bir bağlantı icindedirve Aqua Materia Art işlerimi yaparken bu bağlantıyı her an hissediyorum. Mesela, suyla karşılıklı bir ilişkimiz var. Su bizim vücudumuzu etkiliyor, bizim vücudumuz da suyu etkiliyor. Mesela kendimi iyi hissetmediğim zaman su çalışmalarımda farklı şekiller çıkıyor. Doğrudan bizim vücudumuzdaki hal teknedeki su ve malzemeyi etkiliyor. Bu somut bir durum; aynı şartlar altında, aynı suyu hazırladığımda ve aynı malzemeleri kullandığımda farklı zaman ve hallerde çok farklı şeyler çıkabiliyor. Neden böyle diye düşündüm ve araştırmalarımın bir odak noktası da bu etkenler konusu oldu. Bizim çalışma sırasındaki kendi halimiz, mekanda dinlemekte olduğumuz müzik işin farklılaşmasına neden oluyor. Ses suyu etkiliyor, bunu fark ettim. Üçüncü etken hava ise çok önemli. Örneğin sıcak havada başka şeyler oluyor, soğuk havada farklı.
Canan Çetin: Sanat ve doğa birbirini besleyen iki büyük güç. Toprak, su, hava ve ateş, doğanın ve dolayısıyla sanatın temel unsurları. Benim çalışmalarımda özellikle toprak ve su elementleri öne çıkıyor. Ağaç, toprağın içinde köklenip büyüyor, suyla besleniyor, zaman içinde şekil değiştiriyor ve bazen doğanın sert koşullarına yenik düşerek çürümeye başlıyor. Ben de bu süreçte devreye girerek, bu doğal dönüşümü sanata taşıyorum. Her eserim, doğanın bir parçasını sonsuzluğa taşıyan bir köprü gibi.

Gelecek projeleriniz arasında neler yer alıyor?
Silvia Bener: Nisan ayında Istanbul’da Bebek Sarnıcı'nda, Istanbul Büyükşehir Belediyesi ev sahipliğinde "Echo in the depths" video enstalasyonumu içeren bir kişisel sergim olacak. Bu enstalasyonla Aqua Material Art’a bir boyut daha eklenmiş oluyor, zaman boyutu. İzleyici orada bütün duyularıyla mekanı hissetme şansını bulabilir, meditatif bir deneyim yaşayabilir. Daha sonra 4 – 26 Ekim arasında VBK, Verein Berliner Künstler Berlin’de “In Motion“ adlı karma sergide yer alıyorum.
Canan Çetin: Şu an üzerinde çalıştığım birkaç özel proje var. Öncelikle, farklı ağaçların kendine has karakterlerini daha derinlemesine anlatan bir seri üzerinde çalışıyorum. Bu seride, her ağacın dokusunu, rengini, oyma sürecindeki zorluklarını ve hissettirdiklerini detaylandıracağım.
Ayrıca, ahşap oymayı daha fazla insana ulaştırmak için atölye çalışmaları ve workshoplar düzenlemeyi planlıyorum. İnsanların ahşaba dokunmasını, onun doğallığını hissetmesini istiyorum. Ve uzun vadede, yazılarımı ve eserlerimin hikâyelerini bir kitapta toplamayı düşünüyorum.



Comments